Yazı

Anne kanından bebeğin genetik problemi tespit edilebiliyor

Gebelerin rutin takiplerinde 11-14. hafta muayenesi özellikle önem taşır. Bu haftada İkili test yapılır, bebeğin Down sendromu riski hesaplanır.
Hikayenin bu kısmında öncelikle Down Sendromu ne demek onu tartışalım isterseniz.

Down sendromu, trizomi 21; genetik düzensizlik sonucu insanın 21. kromozom çiftinde fazladan bir kromozom bulunması durumu ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan genetik bir farklılıktır.

Down sendromu vücutta yapısal ve fonksiyonel değişiklikler ile karakterize edilir. Vücuttaki küçük ve büyük farklılıkların kombinasyonu yapısal olarak sergilenir.

Down sendromu sık sık zihinsel kavramadaki bozukluklar ve fiziksel gelişimin tipik yüz görünümü gibi farklı olmasıyla ilişkilendirilir. Çoğunlukla hafif veya orta seviyeli öğrenme güçlüğü gibi sorunlar taşır.

Down sendromu gebelik sırasında ya da doğumda tanımlanabilen bir rahatsızlıktır. Down sendromuna her 800 ile 1000 doğumda 1 oranında rastlanır; istatistikler anne yaşının artışıyla bu oranın yükseldiğini göstermiştir, diğer etkenlerin payı küçüktür.

Down Sendromu ilk kez İngiliz hekim John Langdon Down tarafından 1866’da sistematik bir şekilde sınıflandırılmış ve sendrom olarak tanılanmıştır. Sendrom, doktorun ismi olan “Down sendromu” olarak söylenmeye başlamıştır. 1959’da Jérôme Lejeune tarafından 21. kromozomun trizomisi olduğu tanımlanmıştır.

Down Sendromu’nun Özellikleri

Kulaklar kafada normalden düşük bir seviyede durur ve gözler birbirinden ayrık ve çekik görünür. (Bu görünüm moğol ırkına benzetilerek mongolizm olarak ta ifade edilir.) Dil, normal konuşmayı önleyecek kadar genişlemiştir. Ensede genellikle boğumlar vardır. Bu bebeklerin tonusları (vücut gerginliği) düşüktür. Geniş el, kısa ve tombul parmak ve sıklıkla avuç içlerinden birinde ya da ikisinde “Simian çizgisi” denilen tek bir çizgi vardır. Ellerin serçe parmakları genellikle içe doğru kıvrımlıdır. Vücut kısa ve tıknazdır. Çocukluk dönemlerinde solunum hastalıkları, kalp bozukluklarına rastlanabilir. Yaşam süreleri geçmiş yüzyılda düşük seyretmişken günümüzde gelişen tıp ve iyi bakım sonucunda bu yaş ortalama DS’lu kişi ömrü 50 yaş civarında seyretmektedir.

Down sendromunun getirilerinden biri de hafif ila orta düzey arasında değişebilen zeka geriliğidir ; bu oran Mozaik Down sendromunda  10-30 oranında yukarıdadır.

Down sendromu gebelikte tanınabilen bir genetik farklılıktır. İkili tarama testi, üçlü tarama testi, ultrasonografi ve diğer bazı tanı yöntemleri ile Down sendromundan şüphelenilen gebeliklerde ileri tetkikler yapılır. CVS veya amniyosentez ile kesin tanı konur. Down sendromu saptanmışsa aileye ayrıntılı genetik danışmanlık verilir.

İkili test Nedir?

İkili test 11-14. haftalar arasında ultrasonografi yardımıyla fetusun nuchal translucency- ense kalınlığı (NT) kadın doğum uzmanı tarafından ölçülerek, annenden alınan kandan bazı biyokimyasal belirteçlerinde test ile kombine edilmesi ile risk hesaplayan bir TARAMA yöntemidir.
Tarama Yöntemi olmasının altını çizyoruz çünkü kesin tanı bu test ile konulamaz!
Riski yüksek çıkanlarda 11-14. haftalarda CVS- corion villus sample- bebeğin eşinden parça alınıp veya 16-18. haftalarda Amniyosentez- Bebeğin içinde bulunduğu sıvıdan örnek alınıp genetik incelemesi önerilir.
Bu iki ileri tetkikte anne karnındaki ortamın bütünlüğü bozulduğundan bebeğin düşme riski vardır. Düşük oranda olsa da annenin enfeksiyon kapma ihtimali vardır.

Anne Kanından Fetal DNA bakılması
Serbest Fetal DNA nedir? (non-invasiv prenatal test (NIPT)

 


(Serbest fetal DNA = cffDNA= Cell free fetal DNA)
Serbest fetal DNA gebelik sırasında plasentadan anne kanına geçen ve hücre içerisinde bulunmayan serbest olarak saptanan genetik materyaldir. Anne kanında fetusa ait intakt hücreler de saptanabilir ancak bunlar çok nadirdir ve genetik inceleme için kullanışlı değildir . Anne kanında bebeğe ait hücrelerin yıllarca kalabileceği bildirilmiştir, bir araştırmada 27 yıl önceki gebeliğe ait hücreler saptanmıştır . Anne kanında fetal DNA ilk defa Lo YM ve arkadaşları tarafından 1997 yılında gösterilmiştir .

Anne kanında fetusa ait serbest genetik materyal DNA ve RNA şeklinde olabilir. DNA’nın esas kaynağının plasentadaki sitsityotrofoblastların apopitozu olduğu düşünülmektedir . Serbest DNA plasenta kaynaklı olduğundan plasental mozaizm ve fetoplasental uyumsuzluklar yanlış pozitif ve yanlış negatif sonuçlara neden olabilir nadiren. Benzer şekilde mozaik trizomi durumlarında da tanı yanıltıcı olabilir.

Serbest fetal DNA gebelikte nadiren 5. hafta (son adete göre) kadar erken dönemde saptanabilse de genellikle 9. haftadan sonra saptanabilmektedir . Fetal kan dolaşımı başlamadan önce anne kanında serbest DNA saptanması bunun trofoblastlar kaynaklı olduğunu düşündürmektedir. Anne kanında serbest fetal DNA’nın yarı ömrü dakikalarla ifade edilebilecek kadar kısa saptanmıştır . Bu nedenle doğumdan yaklaşık 2 saat sonra anne kanında saptanamadığı bildirilmişir .

İlk trimesterin sonlarında anne plazmasındaki total DNA’nın yaklaşık %10-15’i fetal DNA’dan oluşurken gebeliğin son aylarında bu oran artar ve %50’yi bulur. Anne kilosu arttıkça fetal DNA konsantrasyonunun azaldığı saptanmıştır. Lo ve ark. anne kanındaki serbest DNA’nın %2-6’sını fetal serbest DNA’nın oluşturduğunu saptamıştır. Serbest RNA yarı ömrü de dakikalarla ölçülebilecek kadar kısa bulunmuştur ancak gebelik ayları boyunca daha stabil bir konsantrasyonda saptandığı bildirilmiştir .

Prenatal tarama amacıyla serbest fetal DNA testi:
(ACOG, Committee Opinion, 2012)
– Serbest fetal DNA rutin bir tarama testi olarak kullanılmamalıdır. Aile bilgilendirilerek önerilen ek bir tarama testi olarak kullanılabilir.
– cffDNA günümüzde kullanılan tarama testlerine yüksek doğruluk oranı olan bir alternatifdir ancak rutin uygulanamayacak kadar pahalıdır bu nedenle günümüzde kullanılan tarama testlerine (ikili, üçlü, dörtlü test) devam edilmelidir.
– Düşük risk grubuna ve çoğul gebeliklere önerilmemelidir çünkü bu gruplarda yeterince değerlendirme yapılmamıştır.
– Test sonucunun negatif yani normal gelmesi bebeğin tamamen normal olduğunu garanti ettirmez, bu şekilde bilgi verimelidir aileye.
– Test sonucunun pozitif gelmesi (bebeğin trizomi olabileceğini bildirmesi) durumunda kesin tanı için genetik danışma ve amniyosentez, cvs gibi invaziv testler önerilmelidir.
– Test yalnızca yaygın bilinen trizomiler (21, 13, 18) hakkında bilgi verir. Diğer genetik hastalıklar hakkında bilgi veremez. Aile bilgilendirilirken bu konu da belirtilmelidir.
– Serbest fetal DNA testi uygulanmadan önce genetik hastalıklar açısından aile hikayesi alınmalıdır ki gerekirse genetik hastalıklar açısından diğer testler uygulanabilsin.
– Eğer ultrasonografide bebeğe ait yapısal anomali saptanmışsa amniyosentez gibi invaziv testler önerilmelidir çünkü cffDNA sadece trizomileri belirleyebilir.
– Serbest fetal DNA testi amniyosentez gibi invaziv testler kadar doğru ve kesin sonuç veremez. Bu açıdan bu testlerin yerini alamamıştır ancak alternatif bir seçenektir.
– Aşağıdaki listede belirtilen endikasyonlarda yüksek risk grubuna tarama testi olarak önerilebilir. Down sendromlu bebekleri %98-99 sensitivite ile belirleyecektir (%0.5 yanlış pozitiflik oranı ile).

Serbest fetal DNA testinin önerildiği durumlar:
(ACOG, Committee Opinion, 2012)
– Doğumda anne yaşının 35 veya üzerinde olacağı gebelikler
– Ultrasonografide fetal “anoploidi” bulguları izlenmesi
– Daha önce trizomili gebelik öyküsü
– İkili, üçlü, dörtlü tarama testlerinde yüksek risk saptanması
– Ebeveynlerde trizomi 21 veya 13 artmış riski ile birlikte dengeli robertsonian translokasyon saptanması

Serbest fetal DNA’nın trizomiler dışında kullanılabileceği alanlar:
– Annede X-linked hatsalıkların varlığı durumunda bebeğin cinsiyetinin gebeliğin erken haftalarında saptanması için kullanılabilir. Diğer yöntemlerle cinsiyet daha geç haftalarda saptanacaktır ve invaziv yöntemlerde düşük riski olacaktır. Duchenne müskuler distrofi ve hemofili en yaygın x-linked hastalıklardır. Bu hastalıklar erkek bebeklerde belirgin olur çünkü tek bir tane X kromozomu vardır ve hastalıklı X kromozomunu kompanse edecek ikinci X kromozomu mevcut değildir.
– Kalıtımsal hastalıklar açısından riskli ailelerde genetik çalışma için cffDNA analizi yapılabilir.
– Rh faktör taraması amacıyla kullanılabilir. Maliyet yüksekliği nedeniyle bu amaçla rutin kullanılmamaktadır ancak immunizasyon durumunda kullanılabilir.
– Bazı araştırmalarda cffDNA’nın preeklampsi gelişecek gebeliklerde daha yüksek konsantrasyonda saptandığı bildirilmiştir. Preeklampsiyi öngörmede kullanılabileceği bildirilmiştir.
– Bu yöntemle hamileliğin çok erken haftalarında (4.-5. haftalar) bebeğin cinsiyetinin belirlenebilir olması cinsiyet seçerek küretaj-düşük işlemlerine sebep olabilir. Bu açıdan etik tartışmalar meydana gelmiştir.

Yanlış negatiflik durumları:
– Yeterli DNA materyalinin elde edilememesi
– cffDNA miktarının kişiler arasında farklılık gösterebilmesi ve yeterli miktarda bulunamaması.

Yanlış pozitiflik durumları:
– Kontaminasyom
– Tespit edilmemiş vanishing-twin sendromu
– Plasental mozaizm
– Maternal mozaizm

Test için alınan kan örneklerinin yaklaşık %2-5 kadarında sonuç elde edilememektedir. Bu durumda tekrar kan alınarak analize gönderilmesi gerekir. Bu durumun olabileceği en baştan hasta bilgilendirilirken anlatılmalıdır.

Prenatest®, Nifty®, Maternit 21®, Verifi®, Harmony® Panorama® gibi isimlerle piyasada bulunmaktadır. Bu testlerin henüz piyasa fiyatı yüksek olmakla beraber ilerleyen yıllarda maliyeti ve fiyatı düşecektir.

Non-İnvasiv Prenatal TEST (NIPT) ile;

Trizomi 21, 18, 13 16, 22,  Turner, Kleinfelter, XXX, XYY

Mikrodelesyon Sendromları

–Di George – 22q11.2 del 1/4000

–Prader Willi/Angelman – 15q del 1/10000

–Jacobsen – 11q del 1/100000

–Langer Giedion – 8q del

–Cri-du-chat – 5p del 1/ 50000

–Wolf Hirschhorn – 4p 1/ 50000

–1p36 syndrome 1/5000

hastalıkları da tanı alabilmektedir.

Dr. Kübra IRMAK

“İşimize engel olmazsanız kendi canınıza yakınınıza yardımcı olursunuz”

ATTDER Karaman İl Başkan Yardımcısı ATT Emine Akdemir;”Gece gündüz ayrımı olmayan, her hastasına kendi yakınıymış gibi yaklaşan, canını hiçe sayarak insan hayatı için mücadele eden, cefakar, vefakar, özverili tüm Acil Tıp Teknisyeni ve Teknikeri (Paramedik) arkadaşlarımın 22-28 Mart Acil Tıp Teknisyeni – Paramedik haftasını kutlarım.  (daha…)

Hastane Penceresi

Yıllar önce duyduğum bir hikayeyi konu alan kısa filme internette rastlayınca, onu sizlerle de paylaşmak istedim. Hikaye, aynı hastane odasında yatan iki hasta arasında geçen diyalog üzerine kuruludur.

Benim bildiğim hikayenin Türkçe ya da “bizdeki” versiyonu biraz daha dramatiktir;

Aynı odada yan yana yatan iki kalp hastası vardır. Yataklardan biri pencere kenarında, diğeri duvar dibindedir…

Pencere kenarında yatan hasta sabahtan akşama kadar, pencereden dışarıya bakıp seyrettiklerini duvar dibinde bir şey görmeyen, aynı kaderi paylaşan hasta arkadaşına anlatır ve her anlatımında;

“Hava güneşli, karşımızda bir park var  ve orada çocuklar neşeyle oyunlar oynuyorlar. Park yemyeşil, kuşlar, çiçekler ve ağaçlarla dolu.”  şeklinde güzel bir tabloyu ortaya koyar. (daha…)

Tıpçının Bir Günü

Geçtiğimiz cuma günü fakültemizin 2.sınıfları için yoğun bir gündü. Sabah 8:45’te başlayan derslerimiz bir memurun çalışma saati edasıyla 17:00’a kadar sürdü. Çocuk İstismarı, Klinik Biyokimya, Klinik Mikrobiyoloji ve İmmünoloji, Endokrin Sistem derken bir amfi son dersi zor ettik. Kafa yorgunluğu denen şey bazen vücut yorgunluğundan daha yıpratıcı olabiliyor. Birçoğumuz eve dinlenmeye, birkaçımız dışarıya kafa dağıtmaya giderken, bazılarımız da okulumuzun sadece tıp fakültesi öğrencilerinin girebildiği kütüphanesine gidip vizelere 1 ay kaldığı için çalışmaya devam etmeyi seçti.

Elimde ders notlarım, kitaplarım, anatomi atlasım ve o yoğun ders programının ardından baş ağrıma iyi geleceğini umduğum kahvem ile kütüphaneye girdim. Kafamın içindeki “Konular yetişecek mi acaba?”lar, “Vizelerden sonra finallere kadar günü gününe çalış Betül cidden bak iş ciddi!”lerle yerime yerleştim, kitaplarımı açtım. Son enerji kırıntımla çalışmaya başlamaya hazırım artık. Kafamı kaldırdım. Benimle beraber salonda kafasını kitaptan kaldırmadan harıl harıl çalışan temel bilimler öğrencilerine ve üstlerinde önlükleri ile okul derslerine ek bir yandan da TUS’a çalışan klinik öğrencilerine baktım. O an geleceğimi gördüm. Çalışmak…

Bazı istisna kişiler hariç kütüphanede çalışan bu tıpçılar ve ülkedeki diğer tıp fakültesi öğrencileri de benim gibi üniversite sınavına hazırlanırken gecelerini gündüzlerine katmışlardı. Arkadaşları dışarıda gezerken “Benim çalışmam lazım sizinle gelemem.” diyen o “İnek” öğrenci olmuşlardı genelde. “Üniversiteyi bir kazanayım da sonra rahatım.” diye kendilerini kandırıp çalışarak sonunda yerleşmişlerdi tıp fakültesine. Rahatlamışlar mıydı gerçekten? Hemen şimdi en yakınınızdaki Anatomi Atlas’ını alın. İçindekiler kısmından Kafa Kemikleri bölümünü bulun ve sayfayı açıp her bir çıkıntıya,kenara,oluğa,deliğe bir-iki değil en az üçer kelimeden oluşacak şekilde verilmiş o isimleri ezberleyin ve ardından bunu vücuttaki diğer kemik-kas-eklem-damar vs. için yapın. Bittiğinde anatomiyi bitirmiş dahi olmayacaksınız ve daha diğer derslere bakmadınız bile. Hadi neyse öyle böyle bu tempoya alışıp çalıştınız 6 yılınızı (yıl kaybınız olmadıysa) verip o diplomaya hak kazandınız. Peki bitti mi? Hayır. TUS denilen illeti duydunuz mu hiç? Hani Türkiye’nin “en zor” sınavı olarak bilinen o sınav. YGS-LYS sınavlarında 4 yıllık lise konularımızı yetiştirmekte sıkıntı çekerken, 6 yıllık Tıp konularını yetiştirmek zorunda olduğumuz o sınav. Ki bazı okulların intörnlüğü de zorluğu ile nam salmıştır da ona rağmen çalışılır o sınava. Bitti mi? Tabiki de hayır! Daha 4-6 yıl asistanlık yapacaksınız. Ve sanılanın aksine orada da çalışmak bitmiyor.

Çalışıyor, çalışıyor… Bir tıpçı çalışıyor. Arkadaşları mezun oluyor, askere gidiyor, işe başlıyor. Tıpçı hala çalışıyor. Arkadaşları gece eğlencelerinde dağıtırken ya da mışıl mışıl uyurken o gece nöbetinde hastalarla uğraşıyor. Bu yoğun tempoda illa ki tıpçı da ufak eğlenceler sıkıştırıyor hayatına, bizler sadece latince konuşan robotlar değiliz sonuçta. Öyle böyle derken tıpçı denilen arkadaş artık DOKTOR oluyor. Bu sefer de halkın “Doktorlar çuvalla para kazanıyor!” lafına maruz kalıyor.
+Sen mezun olup işe başladığında ben hala okuyordum, kendi gelirim olmadan hala ailem sayesinde geçimimi sağlıyordum, senden geç para kazanmaya başladım, bu fark makul bir fark değil mi?
-Hayır sayılmaz.
+E sen eğlence mekanlarında barlarda gezerken ben sabahlara kadar çalıştım, bu yeterli değil mi?
-Hayır, sen de gezseydin o zaman, sayılmaz.
+Sen gece mışıl mışıl uyurken ben hastanede nöbet tuttum, o da mı sayılmaz?
-Hayır! Siz çok para kazanıyorsunuz!

Şimdi içinizden belki de “Daha okurken mırın kırın ediyor bu doktorlar da, hak ediyor bunlar her şeyi, dayağı da darp edilmeyi de.” diyorsunuz. Ama ben bu olayı görmenizi sağlayan meslek sahibi abi ve ablalarıma ek olarak bir de öğrenci gözünden olanları sizlere göstermek istedim.
Derin bir iç çekip kafamı önüme eğdim ve ders çalışmaya döndüm. Çünkü ne bir konuşmayla ne bir yazı ile ne de başka bir yöntemle bu kanı yıkılamayacaktı. Karşımdaki intörnler hızlıca kitapları okumaya devam etti, yanımdaki temel bilimler atlaslarını kurcaladı, ben de geçmeyen baş ağrıma direnişimi gece 00:00’a kadar kütüphanede sürdürdüm. Ve bir tıpçının bir günü daha böyle sona erdi.

Betül AYARECİ
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi

Sağlıkçıya uygulanan şiddet ‘nasıl önlenecek’..

Saldırgan, annesine tedavi için gelen doktoru bıçaklıyor, bir diğerini ısırıyor..
Yani resmen adamın yüzünü parçalamak istiyor..
Normal bir saldırı değil bu.. Canlarını zor kurtarıyorlar..
Ama sonra mahkemeye çıkıyor ve serbest kalıyor..
Doktor ve sürücü şikayetçi olmadığından olsa gerek..
Ama böylesine saldırı sonrası, böylesine bir sonuç olursa siz nasıl sağlıkta şiddeti önlemeyi düşünüyorsunuz acaba..
Bu kaçıncı saldırı sağlıkçıya..
Doktorları, hemşireyi, ekibin diğer parçalarını, ‘can kurtarma telaşlarıyla’ gittikleri en ücra köşelerde nasıl koruyacaksınız..
Ya o saldırıyı yaşayan doktor ve yanındakiler, ıssız kimsenin geçmediği bir bölgeye gitmiş olsaydı..
Saldırgan bir değil bir kaç kişi olsaydı ne olacaktı..
Can kurtarmaya giden sağlıkçının ‘can güvenliği yoksa’, sağlık hizmetleri nasıl yürüyecek..
112 acil sağlık ekibi her bir noktaya çağrıldığında, ‘acaba bize saldırırlar mı’ diye düşünürse, o çalışmadan nasıl başarı bekleyeceksiniz..
Kaldı ki, geçtiğimiz akşam yaşanan olayda, can kurtarmaya giden doktor ve sürücü, kendi canlarının telaşına düştü ve onlar hastanelik oldu..
Kalp krizi nedeniyle çağrılan hastanın durumu ne oldu..
O doktor yaralı olarak acaba görevini tam olarak yerine getirebildi mi?..
Doktorunki can değil mi?..
Ne zaman saldırı olsa durum aynı, açıklamalar aynı..
Kınıyoruz, önlenmeli, can güvenliğimiz yok..
Her konuda rahatlıkla ‘yasa çıkaran hükümet’ bu konuda tedbir alamaz mı?..
Cezalar daha caydırıcı olamaz mı?..
Muhalefet partileri böyle bir çağrıya hayır demeyeceğine göre; kaç doktorun, kaç sağlıkçının yaralanması, hayatını kaybetmesi gerekiyor acaba..
Ayrıca 112 acil merkezlerinde ambulansla birlikte gidecek bir de polis görevlendirilemez mi onu çok merak ediyorum?..
Eğer bu konu çözülmezse, yakında ‘ücra köşelerdeki hastaya müdahale edecek’ 112 Acil doktoru bulmakta zorlanırsanız şaşmayın..
Kuru kuru açıklamalar yapmak yerine çözüm bulunmalı..
Ama görülüyor ki, yasalar da görev başındaki bir doktora bıçaklı, dişlemeli saldırıyı ‘normal asayiş suçları kapsamında değerlendiriyor’..
Şikayetçi yoksa, dışarıdan yargılansın, deyip saldırganı serbest bırakılıyor..
Bir yerde bir yanlışlık, eksiklik var ama ‘nerede’..

A.YENER CABBAR

 

Kuklayız Hepimiz!!!

Henüz genç sayılabilecek bir doktor olarak yazıyorum bu yazıyı size. İzmir’de bir devlet hastanesinde nöroloji asistanıyım. 2 dil bilen, fen lisesi mezunu, Hacettepe’de tıp okumuş ama elinde bir tıp fakültesi diploması bile olmayan, yıllarca bir sürü insanın üzerine emek harcadığı, Atatürk’ün hitap ettiği genç nesilim. Bilim adamı yetiştirmek amacıyla kurulmuş bir lisede okuyup, bilimle ilgisi olmayan bir üniversite sınavıyla bir tıp fakültesi kazandım. Mezun olmadan hemen önce çıkan bir yasa ile mecburi hizmete tabi oldum ve diplomamı alamadım. İlkokul mezunlarının bile 6 yıl okumuş pratisyen hekimleri horgördüğü bir ülkede uzman hekim olmayı tercih ettim ama bunun için de bir sınavı daha geçmem gerekti.

Asistan olarak ayda 7-8 nöbet yanında son 7 aydır haftanın 5 günü aynı poliklinik odasında günde 70 ila 80 hasta bakıyorum. MR çektirmek için gelenler, yazdığım ilacı daha kullanmadan beğenmeyenler, sırası gelmeden içeri girmeye çalışanlar, yaşlı yada sakat olduğu için öncelik tanınanlardan dolayı kızanlar, internetten okuduğu yada sabah programında dinlediği hastalığın tanısını kendine koymuş olan ve bunda ısrar edenler…Hepsini anlayışla karşılamaya hazırım. Anlamadığım neden ben yada benim gibi meslektaşlarımın anlayışla karşılanamadığı.

Bu yazıyı bir nöbette, sabah 05:30’da yazıyorum.
Bu gece 2:30 da yoğun bakımda bir hastamı kaybettim. 11 gündür derin komadaydı ve bu gece benim nöbetimde öldü. Ölümünü ben belgeledim. Yakınlarına ben haber verdim. Ve gece 4 buçukta hiç görmediğim bir yakını doktor odasına gelip hastanın nabzının morgda attığını, kendisine öyle geldiğini söyledi. Öldüğünü kesin olarak bildiğim – ki benim işim bu- bir hastanın öldüğünü tekrar doğrulamak için birsürü hasta yakını ve idari amirle birlikte morga indim ve bir kez daha bakıp, dinleyip ölmüş dedim –ki bu benim işim değil-. Nabzı var diyen hasta yakını morga giderken bana “ölürken bilinci açıkmıydı?” diye sordu. 11 gündür bilinci hiç açılmamış olan ve hergün yakınlarına bu şekilde bilgi verilmiş olan hastanın “uzak” yakını acaba doktorlar hatamı yapmıştır dedi diye ben adeta ben öldürmüşüm bakışları arasında bir morgta ikinci kez öldü dedim hastama.

Daha önce dayak da yedim ben. Bir hastayı 1 saatlik kalp masajına rağmen kurtaramadık. Ölüm haberini verdiğimde hasta yakınını üzerimden zor ayırdılar. Müdahaleyi birlikte yaptığımız hemşire arkadaş hamileydi ve ertesi gün kanaması oldu. Ama kimsenin bunlardan haberi olmaz. Haber olması için ya doktor hatası olmalıydı ölüm, yada canlı olmalıydı morgdaki ceset.

Hasta haklarının olduğu ama sağlık çalışanı hakkının olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Poliklinikte hastalar bize bağırdığında yada küfrettiğinde arayacak yerimiz yoktur bizim, en fazla bir tutanak tutabiliriz, ki onu da ya hastadır der yapmayız yada onu yazcama iki hasta bakarım deriz. Ama asılsız yere siz bir hasta olarak SABİM’i arayıp falanca doktor bana gerekli ilgiyi göstermedi, 10 dakikadır sıra ilerlemiyor, doktor odayı terketti dediğiniz anda sağlık bakanlığı yarım saat içerisinde hastaneye döner ve falancayı bulur ve sorar. Denemesi bedava. Ne tuvalete gitme hakkı vardır doktorun, ne iki hasta arasında durma, ne de bir hastaya diğerinden daha fazla vakit ayırma, haşa!

Tüm sağlık çalışanları birer kuklayız bu ülkede; siyasetçilerin elinde, (kimi) basının elinde, (kimi) hastaların elinde ve (kimi) meslektaşlarımızın elinde…

Bir kukla olarak benim görevim: hergün 80 hasta görüp hastalara onların istedikleri tetkikleri istemek, onların istedikleri ilaçları yazmak, bilgisayara kodlama yapmak, basında çıkan “tü’ kaka doktorlar” haberlerine “ bi tü’ de benden” demek, siyasetçilerimizin olur olmaz kışkırtıcı açıklamalarını da görmezden gelmek…mi acaba!!!
Artık hiçbirimizin içinden bu işi yapmak gelmiyor. Konuştuğum tüm diğer kuklalar gibi, ben de gerçek bir çocuk olmayı istiyorum yeniden tıp fakültesine girerkenki hevesimle. Ya da bırakmak bu mesleği yolun başında.
Ailemin ve hocalarımın harcadığı bunca emek, benim verdiğim bunca yıl hatırına hiç değilse şu tıp fakültesi diplomamı verselerdi de evimin duvarına olsun asabilseydim.

Bir takipçimizden

Kadın ve Erkekte Tüm Yönleriyle Genital Siğil

“Lütfen Hocam Bu sorularıma cevap verin.Bu sıkıntıdan kurtarın beni”

Her hafta benzer başlıklarda en az 4 ya da 5 mail alıyorum. Bu sefer, üstelik geçen gün canlı yayın da yaptığım için, hem face’deki canlı yayın kaydı, hem de bazı cevapları okumanız açısından soruların bazılarını ve verdiğim cevapları sizlerle paylaştım.

Videoda, Türkiye de genital siğil sıklığı, Gebelikte genital siğil nasıl tedavi edilmeli, siğili olan kadın nasıl doğum yapmalı, erkekte genital siğillere yaklaşım, virüs vücuttan ne zaman atılır, kadında genital siğil tedavisinde eşlerin değerlendirilmesi gibi soruların cevaplarını bulabilirsiniz.

İlk mail yukarıda ki başlık ile geldi. Hasta gerçekten zor durumda. Unutmayın ki, ülkemizde genital siğil Fransa ve Almanya’da görülen sıklıkta görülüyor. Bu veriler oldukça sıkı bir araştırmaya ait. Lütfen videoyu izleyin.
Aşağıdaki soruların cevapları ve daha fazlası videoda ınınınnn 🙂 🙂

Hastanın soruları ve cevaplarıma gelince 🙂

1-Lezyonun oluşmaması Kondilomların geçtiğinin göstergesi mi?
Evet ! Ben sıklıkla 6 ay beklenmesini istiyorum. Şayet hiç lezyon çıkmaz ise ve hasta 40 yaş altında ise aşı da öneriyorum. Aşı yapılması tartışmalı olsa da, özellikle siğiler söz konusu olduğunda yapılması soraki olası bulaşları engellediğine inandığım için öneriyorum. Ama vurgulamak gerek, öne sürdüğüm bu görüş tartışmalıdır!! Diğer taraftan zaten virüs vücudunuzda, aşılanmak anlamsız görüşü ise açıkçası “anlamsız” ve eski bilgi. Virüs vücuttan atılır.

2-2015 Yazında evlenmeyi planlıyorum Eşimin aşı olması gerekir mi? Eşimi bu aşı yüz yüz korur mu? Aşı yaptırmadan cinsel ilişki yaşamamız hastalığı eşime bulaştırır mı?
Eşinizin aşılanmasını öneririm ama açıkçası bu aşılar koruyucu aşıdır ve çapraz reaksiyonlar ile birlilkte koruyuculuğu %83 maksimumdur. Dolayısıyla her zaman bir olasılık söz konusudur. Aşı değil ama korunmaksızın (kondom kullanmaksızın) ilişkide bulunmanız problemdir. Kondom kullanın ve tüylerinizi almayın. Böylece eşinizin genital bölgesi ile minimum temasda bulunur sizin genital bölgeniz ve gözden kaçan siğiller olsa da, bulaş riski çok ama çok düşük olacaktır. Hele şu anda lezyon var ise mutlaka tedavi olun ve sonra ilişkide bulunun.

3-Lezyonlar sürekli olarak çıkacak mı ? Hayır sıklıkla 6 ay içinde ortadan kalkarlar. Kimi zaman özellikle siğiller kanatıldı ise bu süreç 1.5 yıla kadar uzamaktadır. Doktora düşen hasta ile dürüstçe süreci konuşmak ve ona göre davranmaktır. (Lütfen videoda erkeklerde genital siğiller ile ilgili bölümü izleyin!)

4-Elma sirkesinin lezyonları yok ettiği konuşuluyor.Bende bunu denedim ve gerçekten lezyonu yok etti.Sizce ne kadar faydalı sirke?
Bence faydalı olabilir. Sonuçta asetik asit ile aynı şeyden bahsediyoruz. Sirke dediğiniz şey “asit”tir 🙂 Bu nedenle zaten kadınların akıntılarını tedavi etmek için yüzlerce yıldır kullanıla gelmiştir :):) . Ama asidin etkiside bir yere kadardır.

5-Aşı olmalı mıyım?
Sorunun cevabını yukarıda vermiştim 🙂 Olmanızı öneririm. Ama şart mı? Soru işareti…

6-Çörekotu bu hastalığı vucüdümdan atmamda yardımcı olacak mı ? HAYIR. Kocaman hayır 🙂 Elma sirkesi eyvallah ama çörek otu pek değil 🙂
“Çörek otu, %21 protein, %38 karbonhidratlar ve %35 bitkisel yağlardan oluşur. Nigellon, thymoquinon, linoleik asit, oleik asit, palmitik asit, kalsiyum, sodyum, potasyum, demir, çinko, bakır, magnezyum, selenyum, fosfor, A vitamin, B vitamini ve C vitamini” içerir.
Bağışıklık sistemini güçlendirdiği iddia edilir ama kimin bağışıklık sistemini ve ne kadar süre ile??? Diğer taraftan virüs (HPV) zaten kana karışmaz ki. E o zaman soruyu tekrarlayalım ve şöyle soralım HPV’ye karşı bağışıklık sistemini etkiler mi? Belki başka hastalıklarda ama bu durumda değil.
Vee çöğret otunun günde 1 kaşıktan fazla tüketilmesi özellikle böbrek ve Karaciğerde problem yaratır, yarardan çok zarar verir. Mideyide olumsuz etkiler (1).

7-Kan verebilir miyim? Kesinlikle verebilirsiniz. HPV virüsü Kana geçmez!!

İkinci mail kocası ile sorun yaşayan bir kadın hastadan geliyor. Önce mail:
“Eşim Hpv konusunda endişeleri yüzünden tuvaletleri, kapı kollarını hatta elbiselerini bile çamaşır suyu ile yıkamaya başladı. hocam bu virüs vücut dışında canlı kalır mı, bunun bir süresi falan yok mu…
Cep telefonunu bile çamaşır suyu ile silmeye başladı. Hocam öneri ve yardımlarınızı bekliyorum. Selamlar hocam “

Açıkçası bu durum az da olsa, hastalarımda gördüğüm bir problem. Kimi zaman kadın, kimi zaman erkek şikayetçidir eşinden. Öncelikle bilmelisiniz ki, “Genital” HPV’ler adı üzerinde genital bölgeye “ilgi” gösterirler!! Dolayısıyla dokunma vs. ile bulaşları bazı oldukça özel durumlar hariç imkansızdır!

Burada hastada görülen ve eşini, hatta evde yaşayan diğer bireyleri (ki birkaç kez çocukları da şikayetçi olarak geldiler) rahatsız eden problem, yaşadığı strese bağlı altta yatan obsesif bir davranış bozukluğunun ortaya çıkması şeklinde ifade edilebilir. Ve gerekirse bir psikiatristten yardım alınması gerekir. Hasta açısından da zor bir durumdur. Sıklıkla anlatmaya çalışsam da kimi hastalara mutlaka profesyonel yardım gerekebiliyor.
Canlı yayın videosu aşağıda umarım faydalı olur.

Sevgi ve Saygılarımla
İyi ki varsınız…

Prof. Dr. Süleyman Engin AKHAN

Kaynakça
1. http://blog.milliyet.com.tr/doktor-onerisi-ve-corek-…/Blog/…

Stj. Dr. Mehmet GÜNATA: ”Erkekliğe Adım Atmanın Söz Sahibi: Fitalat”

‘’Erkek cinsiyetinin belirleyicisi pipi değil çevre ve genetiktir.’’

Dünyaya yeni gelecek bireyin cinsiyetinde etkili birçok faktör bulunmakta. Bu faktörlere bakıldığında söz sahibi genel de genetik oluyor ama çevresel faktörlerin etkisini göz ardı etmek pek sağlıklı bir düşünce tarafı olmayacaktır. Yeni yapılan çalışmalar da çevre etkisinin cinsiyetteki rolünü gözler önüne seriyor zaten.

Pittsburgh Üniversitesi bilim insanları tarafından yapılan yeni bir araştırma, fitalatlara maruz kalan gebelerin ne derece olumsuz etkilendiğini bir kez daha gösteriyor bizlere.

Fitalatlara maruz kalmak, annedeki gebelik hormonlarının olumsuz etkilenmesine ve bu durumun da erkek fetüs üzerine cinsiyet karakterinin yerleşmesinde bozukluklara neden olabiliyor.

Günümüze kadar sürekli söylenen ve desteklenen düşünce şu idi: Fitalatlara maruziyet erkek fetüste olumsuz değişikliklere sebep olabiliyor.’’ Ne yazık ki artık bilinen, sadece erkek fetüse değil aynı şekilde dişi fetüs üzerine de olumsuz etkilerde bulunuyor fitalat denilen maddeler. Her iki cinsiyet de tehlike altında.

Sözünü ettiğim araştırma 362 gebe ve bebekleri üzerinde gerçekleştiriliyor. Küçük bir denek grubu olarak görülebiliyor ama oldukça geniş bir gebe ve bebek grubu olduğunu belirtmeliyim.

baby-sippy-cup

TIDES olarak kısaltılan The Infant Development and the Environment Study kapsamında 2010-2012 yılları arasında gebeliklerinin ilk 3 ayı içerisinde kanlarındaki hCG adı verilen insan korionik gonodotropin düzeyi ve idrardaki fitalat düzeyi ölçülüyor.

Bu hormon, gebeliğin 8. haftasına kadar Corpus luteum’dan salgılanır ve 8. hafta ile birlikte plasenta tarafından sentezlenmeye başlanılır. Bu hormon, gebeliğin devamının sağlanabilmesi yolundaki çok sayıdaki hormonlardan major bilinenidir. Ayrıca cinsiyet üzerine de etkileri vardır.

Bebekler dünyaya geldiklerinde anüs ve genital organlar arasındaki mesafeler (AGM) ölçülüyor. Erkelerdeki bu uzunluğun kısa ölçülmesi sperm sayısının az olmasına ve kalitesinin de düşük olmasına neden oluyor.

Kız çocuğa gebe kadınların idrar mono-n-bütil fitalat (MnBP) ve mono-benzil fitalat (MBzP) seviyeleri yüksekse hCG de yüksek, erkek bebeklere gebe kadınlarda ise hCG düşük görülüyor. Yani kız bebeğe gebe kalan annede fitalat arttıkça hCG de artıyor; erkek bebeğe gebe kalan gebede ise tam tersi azalıyor.

Erkek bebeklerde hCG yüksekliği kısa AGM ile ilişkili görülüyor ama kızlarda böyle bir ilişki bulunamamıştır. Yani anlayacağınız ilişki şöyle:

Erkek bebek için; Fitalat=kısa AGM= Sperm azlığı= Erkekliğe elveda!

Bu ilişki, hCG’ nin kızlarda fitalatların genital etkilerinin %8’ inden erkeklerde ise %20-30’ undan sorumlu olabilecekleri hesaplanmıştır.

Fitalat Hakkında Ne Söylenildi?

Amerikan Pediatri Akademisi (American Academy of Pediatrics=AAP) tarafından 2008 yılında fitalat içeren bebek şampuanı ve pudraların kullanımından dolayı bebeklerin idrarında yüksek düzeyde fitalata rastlanıldığını bildirdi.

Amerikan Kongresi de aynı şekildeki çalışmaları sonucu çocuk bakım ürünleri ve oyuncaklarında fitalatları yasakladı ama nafile.

Geçen yıl Environmental Health’de yayınlanan araştırmada özellikle süt, krema ve kümes hayvanı eti ile beslenen bebeklerin Çevre Koruma Kurumu’ nun (Environmental Protection Agency=EPA) emniyetli kabul ettiği sınırın 2 kat fazla fitalat aldıkları bildirilmişti.

Fitalatlar; yiyeceklere plastik yiyecek paketleri, eldivenler, konveyör bantlar veya sütün sağılmasında kullanılan plastik tüpler aracılığıyla geçebiliyor. Fitalatlar mürekkep ve kağıt etiketlerin içerisinde yer aldığını da unutmayalım.

Görünen o ki ne fitalatlardan vazgeçebileceğiz ne de erkekliğimizden.

Kateter, kan ve serum torbalarının kullanımı prematür bebeklerin kanında 4-160 bin kat yüksek seviyeye ulaşabiliyor ve doğan erkek bile olsa iş değişiyor, kızlığa doğru yol alıyor.

Anne rahminde fitalata maruz kalmak sadece cinsiyeti etkilemiyor, IQ seviyesinde 6 puanlık bir düşüşe de neden olabiliyor. Ayrıca otizmi artırabileceği yönünde bir düşünce de bulunuyor.

Fitalat ayrıca asosyal, hiperaktif bir karakterin oluşmasına zemin oluşturmakla birlikte anneye bağlılığın azalmasına da neden oluyor; özellikle erkek bebeklerde.

Gelelim baba kurumlar; FDA ve CDC’ye

FDA, kozmetiklerde kullanılan fitalatların emniyetsiz olduklarına dair yeterli veri bulunmadığını bildiriyor.

CDC de şunları söylüyor: “Düşük miktarda fitalatlara maruz kalmanın insan sağlığına etkileri bilinmemektedir… İnsanlara etkilerinin belirlenebilmesi için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.”

newborn_baby_1170-770x460

Netice olarak;

1)         Fitalatlar günlük hayatta elimizin altında olan deterjandan şampuana, deodoranttan parfüme, böcek ilacından halıya, banyo perdesinden oyuncaklara, yiyecek ve içecek kaplarına kadar yüzlerce üründe var.

2)         Yani bu ürünü hayatımızdan çıkarmak sizin de dediğiniz gibi mümkün değil ama etkisini azaltabilmenin yollarını bulmalıyız ve ona göre önlemler almalıyız.

3)         Modern bir yaşamı seçmiş olmamız bu konuda sessiz kalmamız gerektiğini göstermiyor hiçbir şekilde. Özellikle anne karnındaki fetüs ve bebekler için ciddi tedbirler alınması da şart.

4)         Sonuç olarak, erkekliğe adım atmanın yolu sünnet olmak değil fitalata karşı durmak olacaktır.

 

Referanslar:

1.) Adibi J, et al.: Endocrine Society’s 97th annual meeting. 2015.

2.) www.ehjournal.net/content/13/1/43

3.) www.nature.com/jp/journal/v34/n12/full/jp2014157a.html

4.) journals.plos.org/plosone/article?id=10.1371/journal.pone.0114003

5.) www.washingtonpost.com/news/speaking-of-science/wp/2015/03/06/phthalates-found-in-hundreds-of-household-products-may-disrupt-sex-development-of-male-fetus/

6) www.futurity.org/phthalates-pregnancy-hormones-869302/

7) www.upmc.com/media/NewsReleases/2015/Pages/adibi-phthalate-fetal-development.aspx

8) www.healthaim.com/exposure-phthalates-pregnancy-may-harm-baby-boys/15927#

9) www.post-gazette.com/news/science/2015/03/05/Evidence-points-to-link-between-phthalates-and-birth-defects/stories/201503050196

10) www.greenlifestylemarket.com/blog/warning-bpa-free-plastic-containers-may-be-just-as-hazardous/

11) www.greenlifestylemarket.com/blog/warning-bpa-free-plastic-containers-may-be-just-as-hazardous/

Stj. Dr. Mehmet GÜNATA

                                                                                                             İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi

                                                                                                                    www.mgunata.com

                                                                                                                   mehmetgunata@yandex.com

Türk Tabipleri Birliği’nin 250 bin şehidi ve bu zaferi görmezden gelme gerekçesi nedir?

18 Mart 1915’deki Şanlı Çanakkale Zaferi’nin 100. yıldönümü tüm yurtta coşkuyla kutlandı. 100 yıl önce bu ülkenin tüm vatandaşları birlik beraberlik içinde kardeşçe aynı cephede savaş verip mücadele ederek bu tarihi zaferi bize armağan ettiler. 100 yıl önceki kardeşlik ve zafer 18 Mart 2015’de de birlik beraberlik içinde saygıyla anıldı ve kutlandı. Tüm Türkiye adeta tek yürek oldu. Yalnız bu yüreğin içinde yer almayan çok önemli bir oluşum vardı; TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ!

Ne web sitesinde, ne twitter adresinde ne de facebook sayfasında 18 Mart’a dair tek bir paylaşım dahi yapmayan Türk Tabipleri Birliği, kimin ya da kimlerin Birliğidir?

Hekim haklarını savunmaktan ziyade, 1 Mayıs, açlık grevleri, f tipi cezaevleri, anadilde eğitim, cumartesi anneleri, kobane vb eylemlerde en ön safta yer alan, insan hakları ve faşizm deyince mangalda kül bırakmayan “Türk” Tabipleri Birliği, 250 bin şehit verdiğimiz Çanakkale Zaferi’ni niçin ve hangi gerekçe ile görmezden gelmiştir?

İngiliz Büyükelçisi’nin dahi bu anlamlı güne dair mesajı varken TTB nasıl es geçebilmiştir?

Aynı gün Dr. Ata Soyer anılırken (ki kendisini biz de saygı ile anıyoruz), Çanakkale’de şehit verilen binlerce Tıbbiyeli nasıl umursanmamıştır?

Lazı, Çerkezi, Kürdü, Türkü, Anzakı omuz omuza kardeşçe savaş vermişken bu insanların zaferini ve kardeşliğini görmezden gelen TTB acaba hangi ideolojiye sahiptir?

Yeri geldiğinde birtakım fikir ve düşüncelere “Faşizm” diyerek karşı çıkan ama 1 Kasım’ı da Kobane Günü ilan eden TTB, faşizm denilen tanımı adeta yerle bir edercesine kardeşçe omuz omuza savaşmış olan şehitlerimizi nasıl olur da anmamıştır?

TTB’nin daha tıp fakültesinde öğrenci iken Çanakkale’de şehit düşmüş doktor adaylarına da mı saygısı yok?

TTB’nin, 1915 Yılında eğitim ve öğretimine ara verip tüm öğrencileri ve öğretim üyeleri ile cepheye sıhhiye desteği sağlamaya giden İstanbul Tıp Fakültesi’nin tarihine de mi saygısı yok?

TTB’nin, 1915 yılında Çanakkale Savaşı’na katılan ve hepsi şehit olduğu için 1921 yılında hiç mezun veremeyen İstanbul Tıp Fakültesi’ne de mi saygısı yok?

TTB’nin, bu Zaferin Başkomutanı Mustafa Kemal ATATÜRK’e de mi saygısı yoktur?

Çanakkale Zaferi’ni geçtim şehit düşen meslektaşlarını dahi sahiplenememiş TTB kime ve kimlere hizmet ediyor?

TTB yetkilileri Çanakkale’yi ve Şehitlik’i acaba hiç ziyaret etmişler midir? Etmişlerse hangi yüzle etmişlerdir? Edeceklerse hangi yüzle edeceklerdir? Her adımında şehit kanı yer alan Çanakkale’ye her hangi bir ziyaret için gittiklerinde vicdanen kendilerini rahat hissedecekler midir?

TÜRK Tabipleri Birliği’nin bu tutumunu kınıyor, hangi ideolojiye ve siyasi emellere hizmet ediliyorsa derhal bundan vazgeçilip, ideolojisine hekimi, hekim hakkını alması gerektiğini kendilerine hatırlatmak istiyorum! Mevcut fikir ve ideolojilerini bir siyasi parti içinde yer alarak ya da bir siyasi parti kurarak sürdürmelerini, hekimlerin mesleki örgütünü bunlara alet etmemelerini tavsiye ediyorum!

Şanlı Çanakkale Zaferimizin 100. Yıldönümünü tekrar kutluyor, savaşta şehit düşen tıp öğrencisi, hekimlerimiz, tüm sağlık çalışanlarımız ve askerlerimizi bir kez daha saygı minnet ve rahmetle anıyorum.

Uzm. Dr. Fatih BATI

https://twitter.com/drfatihbati

 

 

 

Prof. Dr. Erbuğ KESKİN’in Anılarından: Ameliyathanedeki o kara tahtanın önünde …

Bu akşam geç çıktım okuldan…. acilin önünde 4. sınıf olduklarını düşündüğüm birkaç öğrenci heyecanla koşuşturuyorlardı sedyeyle içeri alınan bir hastanın etrafında.. Yıllar öncesine döndüm.. Benim için de herşey hala kapısı bile değişmemiş o acilin önünde başlamıştı.. O günkü duygularımı yıllar sonra bir kongrede anlatmıştım…

Kolorektal Kongresi açış konuşması 2003

Bu akşam, bu açılış, benim için üç açıdan çok önemli.
Birincisi, ilk defa bir Genel Cerrahi toplantısında konuşuyorum.
İkincisi, ben Genel Cerrah’tan bozma bir Çocuk Cerrahıyım.
Üçüncüsü ve en önemlisi, bu salonda herkesin çok iyi bildiği gibi cerrahlar, kıdemlilerinin ve hocalarının yanında konuşmaktan ve hata yapmaktan çok korkarlar. Bu, yıllar içinde, fırça yiyerek kazanılmış bir içgüdüdür.

Ben de, Emin Hocam bu konuşmayı yapmamı istediğinden beri, ne konuşursam en az hatayla atlatırım diye düşünüp duruyorum.

Benim Genel Cerrahi maceram 1979 yılında başladı, Çapa’da 4. sınıftaydım. Kliniğe yeni geçmiştik. Dahiliye stajında, bir hastanın başında iki saat tartışılıp kortizon dozunun bir tabletten birbuçuk tablete çıkarılmasına, ancak karar verilebildiğini gördükten sonra, Genel Cerrahide, daha hastanın grafileri negatoskopa asılırken “açalım, açalım” diye endikasyon konması beni çok etkilemişti.

Başka şeylerinden de etkilenmiştim Genel Cerrahinin.

Soğuk bir kış günü eve gitmeye hazırlanıyordum. Acil Cerrahinin önünde bir hareketlilik vardı. Öğrenci olaylarında yaralanmış bir çok genç insanı getirmişlerdi. Biraz da meraktan, içeri girdim. Asistanların, yoğun koşuşturma içinde “Şu sedyeyi getir” “Pansuman setini versene” “Kan nerde kaldı?” bağırışları arasında, bir anda kendimi olayların içinde buldum. Birkaç saat sonra bahçeye çıktığımda üstüm başım kan içindeydi ve yorulmuştum. Ama içimde tuhaf bir huzur vardı. Fakülteye girdiğimden beri kendimi ilk defa bir işe yaramış, daha önemlisi ilk kez bir hekim gibi hissediyordum. Ben cerrah olmalıydım….

Ondan sonraki günlerim ve gecelerim 1. cerrahide geçmeye başladı. Önce asistanlar, sonra başasistanlar, derken hocaların bir kısmı, beni adımla çağırır oldular. Adam sıkıntısı olduğunda ameliyatlara girip ekartör çekiyordum. Bu durum bana, sınıf arkadaşlarım arasında önemli bir ayrıcalık sağlıyordu. Hoşuma da gidiyordu doğrusu..

Her akşam, ertesi günkü ameliyatların yazıldığı, ameliyathanedeki karatahtaya bakmadan, klinikten ayrılmıyordum. Ve aylar sonra bir akşam üstü, o tahtada “Hasta: filanca…. Yapılacak ameliyat: Billroth I .. Ekip: MK. EY. EK yazısını görünce heyecandan neredeyse bayılacaktım. Bu, Mustafa Keçer.. Enis Yüney ve Erbuğ Keskin anlamına geliyordu ve beni ekibin bir parçası olarak görüyorlardı. Uzun süre karatahtanın önünden ayrılamadım. Geleceğime dair hayaller kurdum.

Sonra mezun oldum. Kaya Bey istemediği için Çapa’da Cerrah olma hayalim başlamadan sonlanmıştı. Cerrahpaşa Genel Cerrahiye girdim.. Yorucu ama dolu geçen ikibuçuk senenin sonunda bir gün Çocuk Cerrahisinden Daver hoca beni çağırdı. Çocuk Cerrahisine geçmemi istiyordu.

Kürsü başkanımız Alemdaroğlu hocanın odasına gittim. “Bunlar da bizim bütün iyi adamlarımızı almak istiyorlar!. İzin vermiyorum!” dedi. “İyi adam” tanımlamasına sevinmeli miydim? yoksa izin alamadığıma üzülmeli miydim? Kestiremedim. Bu konularda Kemal Hocayla tartışılamayacağını bilecek yaşta olmama rağmen, “İzin almış, iyi adam” olabilmek için, iki gün sonra tekrar hocanın yanına gittim. Hoca o gün gelmemişti. Ertesi gün yine gelmedi. Üçüncü gün, Kemal Hoca’nın ciddi bir sarılık nedeniyle bir süre gelemeyeceğini ve yerine Salepçioğlu hocanın baktığını öğrendim. Hemen yanına gittim sevimli bir ifadeyle “Kemal Hoca benim Genel Cerrahiden ayrılış muvaffakatımı imzalayacaktı onu almaya gelmiştim” dedim. Adnan Hoca kağıdı arattı bulamadı. Kendisi yazdırdı ve imzaladı…

Çocuk Cerrahisine geçmiştim. Ama Genel Cerrahideki arkadaşlarım beni yıllarca bu olayı Kemal Hoca’ya anlatmakla tehdit ettiler. Hala daha edenler var.

En iyisi ben kendim itiraf ederek bu yükten kurtulayım dedim.

Hepiniz gibi, çok sıkıntılı, acılı ve zor günler geçirdim bugüne kadar Cerrah olarak, ama çok güzel ve mutlu günler de…

Hatta, adımı ilk kez yazılı gördüğüm, ameliyathanedeki karatahtanın önünde dakikalarca durup kurduğum hayallerden bile, daha iyi geçmiş olduğunu düşünüyorum, hayatımın.

Ama bazen aklıma gelmiyor da değil.

Ya, sadece hayallerden ibaretse her şey … gözlerimi açtığımda ameliyathanedeki karatahtanın önünde bulursam yine kendimi.

Henüz okul bile bitmemiş….

Cerrahpaşayı, Genel 1, Genel 2, Genel 3 rotasyonlarını ben uydurmuşum kafamda..

Yusuf abi, Ateş abi, Ali abi… Acildeki Yılmaz abi… hepsi benim hayal ürünlerim..

Bana cerrahiyi öğreten Ergun Erdoğan’ı, Hasan Taşçı’yla , Sabri Ergüney’i Ameliyathane başhemşiresi Fatoşu ben yaratmışım hayalimde.

İhtisas arkadaşlarım Erhun, Cihan, Ceyhun, Murat bile yok hatta..

Peki Hayrettin Cebeci Hoca’yı nasıl uydurmuş olabilirim?

Asistanlığımda yaşadığım onca olay mesela, Musevi arkadaşımız Amira, acile konsültasyon için çağırdığında, “Bir şartla gelirim.. İsrail batı Şeria’yı derhal boşaltacak” diye dalga geçişimiz. Bir Pazar sabahı Mustafa Taşkın’ın odasına “Yaşasın 1 Mayıs” pankartı asmamız hep hayal ürünlerim olabilir mi benim?.

Her şey düş. Çocuk Cerrahisi yok. Geceler boyu başında beklediğim yenidoğanlar yok. Çukurova Tıp Fakültesi yok. 15 yıldır keyifle birlikte çalıştığım arkadaşlarım yok. Işık hocam yok.. Hatta insanı bunaltan yapış yapış Adana sıcağı bile yok..

Bir kolo-proktoloji sempozyumu uydurmuşum kafamdan, kendime de dekanlık payesini uygun görmüşüm.. tam konuşmamı yaparken.. birden.. 1980 yılında Çapa’da.. ameliyathanedeki kara tahtanın önünde.. hayal kurarken buluyorum kendimi. Ne kadar da gerçek gibiydi her şey diyorum kendi kendime..

MK.EY.EK harflerine dalmışım.

Beni de ekipten saymışlar… İçim içime sığmıyor. Yılların ne getireceğinden habersiz atıyorum kendimi Millet Caddesine.. İstanbul sokaklarında kanlı terör kol geziyor.

O anda hiçbir şey umurumda değil. Ben ekibin bir parçası olmaktan gurur duyuyorum.

Prof. Dr. Erbuğ KESKİN – İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı